Zonguldak Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece
Zonguldak Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece
Zonguldak Mutlu Son iyi bir dinleyiciydi. Dinlerken düşünceli bir tavır alır; j ciddi bir sesle yanıt verirdi: Ne buluş, diye. Ruhumu ona açmaya sabırsızlanıyordum. Barbarlara ağır bir dille hücum ettim; bu fikrimi kabul etmeyişine de şaşırdım. Babasını yitirmişti. Annesi ve kız kardeşi ile birlikte oturuyor ve aile yaşantısını, benim benzer biçimde, dehşet verici bulmuyordu.
Partilere karşı değildi; arada bir dansa gittiği de oluyordu; niçin gitmesindi hem? Bunu öylesine saf bir şekilde sordu ki, verilecek yanıt bulamadım. Benim inancıma gore, üzerinde durulmaya değmez bir yığın insanın içinde, ancak bir küçük seçkinler grubu olabilirdi. Oysa, o, herkesin iyi ve kötü yanlan olabileceğini belirtiyor; insanoğlu arasında hiç de öyle minik ayrımlar olmadığını söylüyordu. Bu mevzuda ödün vermeye yanaşmamamı doğru bulmuyordu. Onun bu tavrına da ben sinirleniyordum.
Zonguldak Mutlu Son dışında, pek çok konuda aynı fikirdeydik. Pradelle de, benim benzer biçimde dindar bir aile çevresinde yetişmişti; o da Tanrıya inanmıyordu artık, fakat Hıristiyan terbiye görüşü ona da damgasını vurmuştu. Ecole Normale’de, Pradelle’e papaz diyorlardı. Jean, dostlarının güdük şakalarından, açık saçık şarkılarından, kaba davranışlarından, sefahat alemlerinden ve kendilerini dağıtmalarından hiç hoşlanmıyordu. Kitaplar konusundaki beğenisi de derhal derhal benimki gibiydi. Claudel’i ötekilerden üstün tutuyor, “özlü” olmadığı nedeni öne sürülerek Proust’u burun kıvırıyordu. Bana Jarry’nin Kral Übü’sünü verdi. Bu yapıtta kendi tutZonguldakrımdan bir iz bulamadığım için pek hoşlanmadım. Pradelle’in bence en önemli yanı, onun da hakikati aramasıydı. Günün birinde, felsefe aracılığıyla hakikate ulaşacağına inanıyordu. Bu mevzuyu, tam on beş gün coşkuyla tartıştık.
Zonguldak Mutlu Son
Zonguldak Mutlu Son umutsuzluğa kapıldığım için çıkışıyor; ben ona, tutunacak dal diye, köksüz saman saplarına sarılmış olduğunı söylüyordum. Her sistemin bir yanlışı vardı. Bunları birbiri peşi sıra sayıp döktüm. Sonunda, Pradelle her dediğimi kabul etti; sadece, akılcı insanlık konusundaki görüşünde direndi. Aslında, hiç de dediği ölçüde akılcı değildi. Yitirdiği dinsel inanca karşı, hâlâ benden çok daha fazla özlem duyuyordu. Katolikliği, önerilerini reddedebilecek kadar derinlemesine incelemediğimizi düşünüyordu. Bunları yeni baştan ele almamız, enine boyuna irdelememiz gerekti.
Budizm hakkında, Katoliklikten daha azca bilgimiz bulunduğunu öne sürerek karşı çıktım. Ya tüm dinleri aynı şekilde incelerdik, ya da annelerimizin dini diye Katolikliğe bir ayrıcalık tanımazdık, o denli! Beni, eleştirici bir bakışla tepeden tırnağa süzdü ve hakikatin yerine hakikati aramayı yeğ tutmakla suçladı. Aslında son aşama kafasının dikine giden, fakat görünürde her türlü münakaşaya yatkın benzer biçimde olduğum için, Pradelle’in beni paylaması, Matmazel Lambert ile Suzanne Boigue’nin söyledikleriyle birleşince artık daha fazla dayanamadım. Abbe Beaudin diye, Jacques’ın bile hayranlıkla sözünü etmiş olduğu bir papaza gittim. Bu papaz, Tanrıya inancını yitirip de, cehennem azabının kayalarına vurmuş olan Zonguldak Yakasıların ayağını tekrar suya erdirmekte uzmanlaşmıştı. O gün yanımda Julien Benda’nın bir kitabı vardı. Papaz, bu kitap hakkında çok ağır kabahatlamalarla söze başladı. Ben tamamen kayıtsız dinliyordum. Daha sonra, birkaç hesaplı, ölçülü söz söyledik karşılıklı. Başından beri yanlış olan tutumumdan utanarak, onun yanından ayrıldım. Utanıyordum; çünkü, inançsızlığımın kaya şeklinde sağlam, somut bulunduğunun bilincindeydim.